29 Aralık 2012 Cumartesi

Iris 2

 Iris II
2013 yılına girmemize pek bir zaman kalmadı.
Bir seneyi daha geride bırakırken kanallar da 2013'e damga vuracak yeni diziler yayınlama peşinde tabii.
Benim de gelecek yıl içinde yayınlanacağı duyurulan diziler arasında sabırsızlıkla beklediklerim var elbet.
Bunlardan bir tanesi de Iris 2.
Iris 1'i izleyeli çok olmadı. Evet, güzel diziydi ama nedense herkesin aksine beni diziye çekemeyen bir soğukluk vardı. Tam olarak kendimi diziye veremedim, duyguları, aksiyonu, heyecanı pek hissedemedim.
Tabii bunlar diziyi beğenmediğim anlamına gelmiyor. Birçok dizi Iris'ın yanında halt etmiş.
Bu nedenle Iris 2'yi bana daha cazip gelen oyuncu kadrosunun da etkisiyle daha büyük bir merakla bekler oldum. Aklımdan Iris 1 kadar başarılı olamaz diye oyuncu kadrosunu kuvvetli tutalım diye mi düşündüler acaba diye geçmiyor değil hani. Sonra da diyorum ki: Hiçbir zaman çok sevilen bir 1. versiyon varken 2. ne yaparsa yapsın onun yerini tutamaz, hep onunla karşılaştırılıp eleştirilir.
Hem bunun  birincisinin devamı olacağını da düşünürsek  çok da kafaya takacak bir şey olmaz herhalde.
Yönetmen: Pyo Min Soo & Kim Tae Hoon 
Senarist: Jo Gyu Won
Kanal: KBS2
Bölüm: 20
Yayın Tarihi: 13 Şubat 2013
Yayın Zamanı: Çarşamba - Perşembe; 22:00
Dil: Korece
Ülke: Güney Kore

Oyuncu kadrosuna gelince:
 Jang Hyuk --> Jeong Yoo Gun 

Lee Da Hae --> Ji Soo Yeon

Lee Bum Soo --> Yoo Joong Won 

Oh Yun Soo --> Choi Min

B2ST's Doojun --> Seo Hyun Woo 

MBLAQ's Lee Joon --> Yoon Si Hyuk

David Mclnnics --> Ray
Im Soo Hyang --> Kim Yeon Hwa 
Kim Min Jong --> Kim Ki Soo
Kim Yeong Cheol --> Baek San
Kim Seung Woo --> Park Chul Young
Baek Sung Hyun --> Kang Byung Jin
Yoo Min --> Sato Eriko
KARA's Jiyoung --> Song Chae Ran 
Konu:
Hyun Joon'un ölümünün ardından üç yıl geçmiştir. Gizli örgüt Iris'in üyesi olmaktan tutuklanan Baek San'ın Hyun Joon'un ölümü ile bir bağlantısı olduğu ortaya çıkacaktır. 
Baek San aracılığıyla her şeyi kontrolünde tutan Bay Black'in de hikayesine yer verilecek.
Aynı zamanda gittikçe büyüyüp güçlenen Iris'e karşı, aralarında NSS-TF Ekip Şefi Yoo Gun'un da olduğu NSS ajanları mücadele vermektedirler.
Baek San'a karşı yükselişe geçen Yoo Gun kaderini sonsuza kadar değiştirecek bir olaya karışır.

Dizi şubat ayında yayına girecek ve birincisinin devamı niteliğini taşıyacak.
Büyük umutlara girmeden beklemeye başladım.
Yine de oyunculardan beklentilerim büyük.
Hele hele hayranı olduğum, bu dizide Kuzey Koreli bir ajan rolündeki Lee Bum Soo'yu sabırsızlıkla bekliyorum. Diğer oyuncular da tamam ama bu diziyi baş izleme nedenim kendisidir.  :)
Henüz ortada düzgün bir fragman yok ama şununla idare edelim.

Edit: KBS2 Drama ödülleri sırasında yayınlanan fragman. :)
Baek San'ın kaçışını görüyoruz anladığım kadarıyla.




23 Aralık 2012 Pazar

White Christmas

 White Christmas 2011
İlginç bir konuya sahip olan bu özel mini dizi tahmin edilenden çok daha başarılı bir yapım.
2011 yapımı olan ve gece kuşağında yayınlanan dizinin türü gizem, gerilim ve psikolojik.
Afişe bakıp yanılıp bu diziyi izlemeyi ertelemiştim ama hata yaptığımı fark ettim.

Dağlar arasında, inin cinin top oynadığı, ulaşımı zor bir bölgede olan ve sadece ülkenin en çalışkan öğrencilerini kabul eden Susin Lisesinde öğrencilerin yıllık tek tatilleri olan 8 günlük tatil başlamaktadır.
Bu 8 günlük tatilde öğrenciler, görevliler ve öğretmenler okuldan ayrılmaktadır.
Fakat 7 öğrenci aldıkları tuhaf bir mektup nedeniyle okulda kalmak istemişlerdir. Onlara göz kulak olmak için de beden eğitimi öğretmenleri görevlendirilir. Bu sırada bir öğrenci de gizlice okulda kalmıştır.

Herkes gidince ıssız okulda kalan bu 7 öğrenci ve bir öğretmen akşam yemeklerini yerken, kaza yaptığını söyleyen gizemli bir psikolog okula sığınır. Dışarıda kar fırtınası vardır ve tüm yollar kapanmıştır.
"Düşünmeden duramıyorum. Her şey ne zaman başladı?
Beni lekeleyip acınacak hallere soktun.
Beni Köşedeki Canavar'a dönüştürdün.
Beni susturdun.
Boş umutlarımla alay ettin.
Sahip olduğum tek şeyi alıp boynuna astın.
Ben tutunurken, sen ellerini çektin.
Beni gözlerinden uzak tuttun.
Sonunda bana yetiştin.
Mutlu Noeller... Mutlu yıllar.
Sekiz gün sonra zelkova ağacının yanındaki yoldan yürü.
Saat kulesinin altında birinin ölü bedenini göreceksin.
İsa'nın doğduğu gece, seni lanetliyorum."

Okulda kalan öğrenciler önce kendilerinin öleceğini düşünür mektubu alınca. Fakat daha sonra anlarlar ki bu mektupta, kendilerinin farkında olmadan işledikleri günahlar yazıyordur. 7 kişi 7 günah...
Mektubu kimin, niye gönderdiğini anlamaya çalışırken okulda bir katil olduğunu fark ederler.
Okulda bulunan bu 9 kişiden katil kimdir? Bunu araştırırken katille köşe kapmaca oyunu da başlar...

Baek Sung Hyun - Park Moo Yul
"Sahip olduğum tek şeyi alıp boynuna astın."
Öğrenci grubunun lideri diyebiliriz, sakin, anlayışlı, her şeyde dengeyi sağlamaya çalışan, okulun en güvenilir ve sorumluluk sahibi öğrencisidir. Herkesin güvendiği, büyük beklentileri olduğu bir çocuktur.
Ayrıca Eun Sung ile de eskiden sevgililerdi.

Esom - Yoon Eun Sung
"Boş umutlarımla alay ettin."
Okulun en akıllı kızıdır. Ayrıca okuldaki birkaç güzel kızdan biridir.
Okula ilk başladığı yıllarda etrafına neşe saçan, hayat dolu bir kızken ilerleyen yıllarda depresif bir hale bürünmüş, gülmeyi unutmuş, hayattan soğumuş bir kız haline gelmiştir.

Sung Joon - Choi Ji Hoon
"Beni gözlerinden uzak tuttun."
Okulun en zeki çocuğudur. Dahiliği sadece çalışkan olmasından değil, doğuştan da gelmektedir.
Etrafı umursamaz gibi görünmektedir. Beyninin sol tarafındaki bir sorun nedeniyle duyguları hissetme ve yansıtma konusunda zorluk çekmektedir. Her olaya anında çözüm üretebilmektedir. Bilimde çok başarılıdır.
Moo Yul ne kadar uğraşsa da onun seviyesine çıkamadığı için Ji Hoon'u içten içe kıskanmaktadır.

Kwak Jung Wook - Yang Kang Mo
"Ben tutunurken, sen ellerini çektin."
Gazeteci olmayı istiyor. Sağır olduğu için duymak için bir cihaz kullanmaktadır.
Sürekli kamerası ya da fotoğraf makinesiyle etraftaki olayları kayıt altına almaktadır.
Susin Lisesi'nin diğer öğrencileri gibi o da çok başarılıdır.

Lee Soo Hyuk - Yoon Su
"Beni Köşedeki Canavar'a dönüştürdün."
Okula zekası ya da çalışkanlığı nedeniyle değil de, zengin ailesinin yaptığı bağışlar sayesinde girmiştir.
Gizli gizli uyuşturucu haplar içmektedir. Dünyadan bağını koparmışçasına kimseyi, hiçbir şeyi umursamıyor gibi bir izlenim vermektedir. Ailesinin bağışları nedeniyle okulda ona "Melek" lakabı takılmıştır.

Kim Young Kwang - Jo Young Jae
"Beni lekeleyip acınacak hallere soktun."
Okuldaki tüm öğrencilerin nefret ettiği bir öğrenci. Herkesi sinir edecek davranışları olduğundan lakabını "Veba" koymuşlardır. Pek sevilmeyen, dışlanan ve kimsenin güvenmediği bir öğrencidir.
Bu durumun farkında olduğundan kendisi de kimseye güvenmiyor, sürekli olay çıkartıyor ve kendini çok yalnız hissediyordur.
Jun Suk Won - Yoon Jong Il
"Beni susturdun."
Okulun beden eğitimi öğretmeni. Judoda hep ikinci olduğu için biraz üzüntülü.
Okulda kalmak isteyen çocukların başında görevli olarak kalmıştır.

Hong Jong Hyun - Lee Jae Kyu
Okula yeni gelen öğrenci. Kimsenin farkında olmadığı, sessiz hatta diğer öğrencilere göre biraz başarısız ve ezik kalan bir öğrenci. Kendisine yokmuş gibi davranılmasından çok rahatsız olmaktadır.

Kim Hyun Joong - Kang Mi Reu
Okulun "Deli" rakaplı ele avuca sığmaz öğrencisi. Yaptığı çılgınlıklarla tüm ilgileri üzerine çekmiştir.
Çok başarılı olduğu da bir gerçek. Ama yapmadığı bir şey nedeniyle okuldan atılmakla karşı karşıyadır.
Gizlice okulda kalmıştır.
Kim Sang Kyung - Kim Yo Han
Geçirdiği bir araba kazasından sonra okula sığınan bir Psikolog. Ülkenin iyi bir üniversitesinden mezun olmuştur. Kendini esrarengiz mektuplar alan bu tuhaf ve başarılı öğrencilerin arasında bulunca kendince bir deney yapmaya karar verir. "Canavarlar doğar mı, yoksa yaratılır mı?"

Lee El - Oh Jung Hye
Okula Mi Reu ile birlikte sonradan gelir. Gizemli davranışları olan bu kadın daha sonradan beklenmedik şeyler yapar.

Gecenin bir yarısı, kulaklıklarınızı takıp sesi açıyorsunuz, her yer kapkaranlık, etraf sessiz, teksiniz, dışarıda kar yapıyor, buz gibi bir hava... Böyle bir ortamda açıyorsunuz bu diziyi. Dağların ortasında, ıssız, karlarla kaplanmış içinde 8 kişinin olduğu kocaman bir okul... Ortamı geren bir sessizlik, tuhaf kişiler ve kendinizi o okulda hissettiren garip bir duyguyla baş başa kalıyorsunuz.
Bir öğrenciye arkadan yaklaşan bir el sanki sizin sırtınıza dokunuyor gibi hissettiriyor size.
Dizide korku öğeleri yoksa da yaratılmaya çalışılan gizem izleyiciyi biraz sarsabiliyor yer yer.

Tahmin etmekte çok zorlanılmayan olaylar olsa da kurgunun işlenişi insanı hep merakta bırakıyor.
8 bölüm olan diziyi bir anda izleyip bitirmek istiyorsunuz.
Tek ayrıntı kaçırmak istemediğinizden tek saniyeyi bile geçirmek istemiyorsunuz.
Birbirinin umurunda olmayan bu öğrencilerin birbirine güvenmeyi öğrenmesini, hepsinin içinde kopan ve kimsenin bilmediği o fırtınaları yavaş yavaş açığa çıkartmasını seyrederken onlarla üzülüp, onlarla korkup, onlarla gülüp, onlarla ağlamak istiyorsunuz.

Öğrencilerin bazen canavara dönüşmek zorunda kalmasını, bazen de güvenip birbirlerini kurtarmaya çalışmasını izlemek, yaşadıkları kafa karışıklarına şahit olmak izleyiciyi de etkiliyor.
Favori karakterim zekası ve soğukkanlılığıyla beni kendine hayran bırakan Ji Hoon'du.
Zaten olayları da neredeyse hep o çözdü.
Veba lakaplı Young Jae ise en sinir olduğum karakterdi. Tam lakabının hakkını verdi. Pısırık, güvenilmez, sadece kendini düşünen bir profil izledi dizi boyunca.
Kızıl saçlı Deli Mi Reu ise diğer hayran kaldığım karakterdi. Hem zeki, hem de güçlüydü ama bana göre biraz fazla kaçıktı. :) O nedenle gönlümün birinciliği kıl payı farkla daha ağırbaşlı olan Ji Hoon'a kaptırdı. :)

Dizinin finali ise ilginçti. Yani üzerinde tartışılabilir nitelikteydi.
Katil mi kazandı öğrenciler mi görüşe göre değişir sanki.
Bana göre "Canavar" kazandı.

Fragmanı da izleyelim. :)

15 Aralık 2012 Cumartesi

İki Şehrin Hikayesi // A Tale Of Two Cities

İki Şehrin Hikayesi // A Tale Of Two Cities
1 Kitap 4 Film
"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü."
("It was the best of times, it was the worst of times.")
İşte bu cümleyle başlıyor ünlü yazar Charles Dickens kitabına. O dönemden sonra sadece Fransa ile sınırlı kalmayıp tüm dünyada kasırgalar estiren, tüm dengeleri değiştiren bir akımdı Fransız İhtilali... Belki de günümüz dünyasının bu halde olması bile o döneme bağlıdır. Fransa'da başlayan, akın akın tüm dünyayı etkisi altına alan, burjuva sınıfının tabiri caizse gırtlağa kadar geldikten sonra kin ve öfke besledikleri dünyada kendilerinden başka umursadıkları bir şey olmayan, Charles Dickens'ın tabiriyle asalak Fransız aristokratlarına karşı başlattıkları bir isyandır bu.

Aristokratlar fakir halkı öyle önemsiz görmektedirler ki o dönemde, yolda giderken zengin birinin at arabasının ezip geçtiği çocuğun ölmesi bile bir hiçtir, herkesin göz yumduğu bir olaydır.
Halkın açlıktan ölmesi, hırsızlığın, şiddetin, adaletsizliğin tavan yaptığı, insan değerlerinin yerle bir edildiği bir dönemdir.
Fakir halk, günden güne nefretle, kinle bilenip suçlu ya da suçsuz bu zulme kör sağır kalan tüm aristokratlara karşı öfkesini günden güne büyütürken artık kana susamış hale gelmiştir iyice.

İşte bu durumun getireceklerini en anlamlı şekilde yine güzel bir benzetmeyle aktarıyor kitabında bize Charles Dickens:
"Fransa ve Norveç ormanlarında kök salıp büyümekte olan ve kesilip kereste haline getirilerek torbası ve bıçağıyla tarihin o en korkunç taşınabilir aletine (giyotin) dönüştürülecek ağaçlar, Oduncu (Kader) tarafından çoktan işaretlenmişti. Ve yine büyük olasılıkla Paris yakınlarında bir yerlerde, sert toprakları ve kaba saba barakaları olan bir yerde, üzerine çamur bulaşmış, domuzların kokladığı, içine kümes hayvanlarının tünediği eski arabaları olan Çiftçi ( Ölüm) bu arabaları, mahkumları Devrim'in idam sehpalarına götürecek arabalar olarak çoktan ayırmıştı."

Fakat Oduncu ve Çiftçi işlerini çok yavaş ve sessiz yaptıkları için kimse onları fark etmemektedir. İşte böyle bir dönemi bize anlatırken kitapta unutulmaz bir aşk üçgenini de işlemeyi ihmal etmez yazar. Yoksa nasıl böyle etkisi altına alır bizi kitap? Nasıl içimize işler, derin izler bırakır, hatta bir kitap kahramanına aşık eder bizi?

18 yıl boyunca haksız yere hapiste yatıp bir nevi akıl sağlığını yitiren Doktor Manatte onca yıl sonra eski bir dostunun yardımıyla kızı Lucie ile bir araya gelir. Lucie tesadüfen bir yolculukta tanıdığı Fransız Charles Darney'le birbirini sever ve evlenme kararı alır. Bu sırada ise Charles Darney casuslukla suçlanır. Mahkemede ise onun kurtulmasını sağlayan kişi ona çok benzeyen, hayatta kimseye iyilik etmemiş, yaşama önem vermeyen Sydney Carton'dır.

Kalbini Lucie'ye kaptıran Sydney Carton, Lucie'nin kalbinin ait olduğu Charles Darney'e imrenmektedir.
Bu aşk üçgeni içerisinde kitap bize ülkedeki burjuva ve aristokratlar arasındaki gerilimi de etkili bir biçimde anlatmaktadır.
Artık son noktaya gelmiş ve büyük yangının ilk kıvılcımları başlamıştır. Bu kıvılcımlar çok geçmeden burjuvaların kini, öfkesi ve nefretiyle harmanlanıp akıl almaz, önüne geçilemez bir hale gelmiştir.

Dengeler tersine dönmüş, ülkenin efendisi olanlar bir anda öldürülmesi gereken kişiler haline gelmiştir.
Bu noktada kim suçlu kim suçsuz tartışması yoktur artık. Aristokratsan, asilsen, zenginsen suçlusundur.
Halk yaşadıklarının hesabını sorma ve öfkesini kanla yıkama arzusundadır.
Artık önceden öldürenler öldürülüyordur.
Öldürülecekler arasındaki başlıca kişilerden biri de Charles Darney'dir.

İşte bu noktada devreye tek taraflı aşkıyla Charles'a çok benzeyen Sydney girer ve sevdiği kadının uğruna büyük bir fedakarlık yapmaya karar verir.
Giyotinde idama mahkum edilen Charles'ın yerine geçer ve tüm kalbiyle sevdiği Lucie'yi sevdiği kişiden ayırmayıp onların mutlu bir hayat sürmesini diler.

Kitabın final sahnesinde ise giyotine götürülen Sydney terzi kızla karşılaşır. Onunla son anlarını paylaşıp aklımızdan hiç çıkmayacak konuşmalar yaparlar.
Giyotini görüp korkan kıza "Benden başka hiçbir şeye bakma." der ve onu rahatlatır.
Kız elini hiç bırakmamakta ve ondan güç almaktadır. Vakit geldiğinde ise ufak bir buseden sonra önce kız gider korkunç giyotinde ölüme. Ardından Sydney son sözlerini söyleyerek kalbimizde derin izler bırakarak gözlerini kapatır hayata.

"Bugüne kadar yaptıklarımdan çok, ama çok daha güzel bir iş yapıyorum; bugüne kadar gittiğim yerlerden çok, ama çok daha güzel bir yere gidiyorum."

Kitabı üçüncü kez okuma isteğim hasıl edince geçenlerde elime almış eski anılarımı tazelerken aklıma neden daha önce gelmediğine şaşırdığım bir şey geldi.
Kesin bu kitabın filmi de vardır dedim. Belki de genelde kitaptan filme yapılan uyarlamaları beğenmeyişimden böyle bir arayışa girmemiştim hiç.
Biraz araştırma yapınca tam dört ayrı film buldum.
 
1917'de siyah beyaz sessiz bir film, 1935 ve 1958'de iki siyah beyaz film, son olarak 1980'de çekilmiş renkli bir film buldum. Daha sonra 1960'da, 1989'da ve birkaç farklı senede mini-dizi olarak 4-5 kez daha çekildiğini öğrendim. Dizileri araştırmadım henüz ama 4 filmi de araştırıp göz attım.

1917'deki film dönemin şartlarını ele alırsak "Eh bu kadar olur ancak." dedirtiyor bize zaten.
1935'deki filmde giyotin sahnesi güzeldi. 1958 versiyonu en beğendiğim oldu. Oyuncularıyla da tam hayalimdeki İki Şehrin Hikayesi'ni yaşattı bana. Hem de siyah beyaz olmasına rağmen.
1980 versiyonuna gelince en iyi olanaklarla ve renkli çekilmiş olmasına rağmen hiç beğenmediğimi söylemeliyim. En etkili sahne olan giyotin sahnesi bile hoş değildi bence.

Bu noktada biraz 1958 versiyonunun üzerinde durmak istiyorum.
Öncelikle birbirine çok benzeyen Charles ve Sydney karakterini aynı kişiye oynatmayıp gerçekten birbirine benzeyen iki farklı oyuncuyu oynatmaları benim için artı bir puandı.  Çok sevdiğim Sydney karakteri ön planda tutmaları, onu yansıtmaları çok hoşuma gitti.
Sydney karakterini canlandıran oyuncu Dirk Bogarde ise hayran olunası, insanı büyüleyen bir oyuncu gerçekten. Bu filmin Dirk Bogarde ile bir de renklisini izleyebilseydim keşke...

Bu filmdeki giyotin sahnesi de gerçekten etkileyiciydi.

Şimdiye kadar okuduğum en güzel kitaptı benim için. Taa hiçbir şey bilmez lise çağlarımda bile beni derinden etkilemiş onca seneye rağmen etkisini hiç kaybetmemiş ve kaybetmeyecek bir eserdir. Herkesin okuması gerektiğini düşünmekteyim, şiddetle tavsiye edilir.

Filmlerin ve dizilerin Türkçe altyazısı mevcut değil. İngilizce altyazıları var  iki tanesinin. Onları da Divxplanet'ten bulabilirsiniz. 1958 versiyonu ve 1938 versiyonu.

5 Aralık 2012 Çarşamba

Paradise // Cennet

Paradise // Cennet
Oyuncular: 
Kim Ha Neul --> Mi Kyung 
Ji Jin Hee --> Il Ho 
Kim Yoo Jung --> Hwa Ran 
Jun Soo Kyung --> Ah Ram 
Jung Min Sung --> Jae Kwang 
Kim Ki Bang --> Sa Hwan 
Konu: 
Mi Kyeong (Kim Ha Neul) hapishaneden yeni tahlide olmuştur.
Dış dünyaya tamamen yabancıdır, ailesi de yoktur.
Sıcak güneye doğru bir tren yolculuğu yapmaya karar verir ve bir afişte yemyeşil ağaçları ve güzel güneşiyle dünyadaki son cennet olduğuna dair reklamını gördüğü Hana Adası'na doğru yola çıkar.
Adaya vardığı anda hayal kırıklığına uğrayan Mi Kyeong bir yemekhanede işe başlar ve ilkokul öğretmeni olan Il Ho (Ji Jin Hee) ile tanışır.
Mi Kyeong yavaş yavaş kalbinin kapısını Il Ho'ya açar. Mi Kyeong gerçek cenneti keşfedebilecek midir?
 

Gerek Ji Jin Hee gerekse Kim Ha Neul zaten çok sevdiğim oyunculardır, bu filmde de ikisini yine çok beğendim.

Bazen sürekli bu tür yapımları izlemekten sıkılıp kafamızı rahatlatacak, bizi yormayıp dinlendirecek yapımlar ararız. İşte Paradise da tam böyle bir film. Sıradan, sade, sakin, huzur dolu...
İzlerken yoğun bir zihin kullanımı gerektirmeyen, pek merak duygusu uyandırmayan, sakin, izleyiciye huzur verip dudağında tatlı bir tebessüm oluşturan bir film.

Masum ve kendi halinde olan, kimsenin kimseyi huzursuz etmediği kendi halindeki insanları izliyoruz filmde. izleyiciyi aşırı kötü ve entrikacı kimliğiyle yoran ya da tiksindiren karakterler yok.

Hayatlarındaki olumsuzluklara rağmen hayata devam eden, olumlu düşünen, her şeyi akışına bırakan insanların sıradan yaşantılarını izliyoruz bu filmde.
Sakin ve ıssız bir ada, sıradan bir yaşam, ufak şeylerle mutlu olabilen ama yine de büyük hayaller kurabilen saf insanlar...
Hani şehrin gürültüsünden bunalan insanlar sakin bir tatile gitmek ister ya, bu film de aşırılıklardan sıkılan film izleyicilerinin için kafa dinleme adına sığınabileceği hoş bir film.

Fragmanı da izleyelim. :)

24 Kasım 2012 Cumartesi

Kore'den Gelen Paket...

Bu kez ne bir filmden, ne bir diziden, ne de bir şarkıdan bahsedeceğim.
Konumuz çok sevdiğim Koreli arkadaşım Minkyoung'un ülkesine döndüğünde beni düşünüp taaa Korelerden bana gönderdiği bir koli.
Peki ne var bu kolide?
Ben de içini açana kadar çok merak ediyordum. Kutuyu açınca içinden çıkan şey Kore atıştırmalıklarıydı.
Bisküvi, cips, kurabiye, çikolata gibi çeşit çeşit onlarca şey vardı içinde.
Aslında önemli olan içinde olan şeyden ziyade unutulmayan arkadaşlık. Kore'den buraya göndermek için verilecek kargo ücreti bile tek başına yeter bir öğrenciye. Buna rağmen hem ailem için hem de benim için bir sürü şey göndermiş. İçi doluydu kutunun.

Yaşadığım mutluluk görülmeye değerdi tabii.
Evde çok kişi olduğundan kutu şimdiden yarıya indi.
Babam bile çok sevindi. Sen ne göndereceksin demeye başladı. :)
Ona buradan da kocaman sevgilerimi gönderiyorum.